Après la fin?1 – Thierry Roth2
Çeviren: Berkay ILGAZ
Analitik kürün sonu sorusu Freud’un bütün hayatı boyunca aklını kurcalayan bir soru haline gelmiştir: Kastrasyon kayası, penis kıskançlığı (penisneid), negatif terapötik reaksiyon, ölüm dürtüsü, aktarımın çözülmesi sorunu… Freud’un başlangıçtaki görece iyimserliği, zamanla yol boyunca biraz kaybolmuştur. Öyle ki, Freud en sonunda her 5 yılda bir analitik kür sürecinin yeniden yapılmasını önermiştir. Lacan’ın yolu da, öğretisinin başlangıcındaki haklı heyecanın zamanla daha fazla sıkıntıya ve yanıtsız kalan sorulara yerini bırakması bakımından benzer bir çizgi izlemiştir. Lacan, Passe3 prosedürü, analitik kürün sonu ve analist konumuna geçişle ilgili bazı sorulara yanıt getirmeyi amaçlıyordu. Acak biliyoruz ki, bu girişimden dolayı hayal kırıklığına uğrayacaktır.
Peki bugün daha mı ilerideyiz? Hiç sanmıyorum… 8 yıl önce bu sorunsal üzerine bir kış semineri adamıştık ve işte şimdi yine aynı sorunsala geri dönüyoruz. Demek ki bazı meseleler bizim de hala aklımızı kurcalamaya devam ediyor ve bu nedenle hala netleştirilmesi gereken noktalar var diyebiliriz. Bu konu, özellikle psikanalizin etik boyutuna doğrudan temas ettiği için elbette ki son derece önemlidir. Bu sebeple bahsettiğimiz sorunsal bu yıl özellikle çalışılmaktadır. Bu kış semineri de bu bakımdan, Dublin’de gerçekleşecek olan bir sonraki yaz seminerinin çizgisiyle tamamen örtüşmektedir.
Ancak baştan belirtmek isterim ki, analitik kür süreçlerinin önemli bir kısmının sona ulaşmadan önce durduğu açıktır. Bu durum, her zaman bir başarısızlık olarak değerlendirilmemelidir. Hatta Lacan’ın kendisi de, analizanın kendini yeterince iyi hissettiği durumlarda, süreci fazla zorlamaya gerek olmadığını ifade etmiştir. Gerçekten de bazı psikanaliz süreçleri, hastanın kendisini yeterince konumlandırdığını ve hayatını mahveden bazı çıkmazlardan ve semptomlardan kurtulduğunu düşündüğü noktada sona erer. Elbette analizan, analizini biraz daha ileri götürebileceğini hisseder ancak buna ne ihtiyaç duyar ne de arzu. Kendisi analist olmayı arzulamadıkça ve bazı istisnai durumlar hariç süreci daha fazla zorlamaya gerek yoktur. Bazı analizler ise kimi zaman karşılıklı bir tükenmişlikle veya analizanın yaşadığı göreceli bir hayal kırıklığıyla son bulur. Elbette böyle durumlar yaşanmaktadır ve bu başarısızlık da görecelidir zira tüm bunlara rağmen yürütülen analitik çalışma çoğu zaman meyvesini verir. Bir de hiç sona ermeyen sonsuz analitik kürler vardır…
Ancak bu gözlemler, analitik kürün sonunun bu temel meselesi üzerine ilerlememize hiçbir şekilde engel değildir. Özellikle psikanalist olma yolunu seçen bazı hastalarla, ama sadece bu hastalarla sınırlayamayız, basit bir iyi olma halinin ya da görece bir bilgi kazanımının ötesine geçmeyi amaçlarız. Lacan, özellikle Freud’un karşılaştığı çıkmazları aşmaya çalışmak amacıyla, bu meseleye dair son derece önemli dayanaklar getirmiştir: fantazmın kat edilmesi (traversée du fantasme), analitik kürün sonunda “var-olmama4” (désêtre), semptomuyla başa çıkmayı bilmek (savoir y faire avec son symptôme), passe kavramı ve elbette psikanalize kazandırdığı temel etik yönelim yani arzunun etiği ve iyi-söyleme etiği! Etik Seminerinde Lacan bize şöyle der (6 Temmuz 1960 dersi): “En azından psikanalitik bir bakış açısıyla öne sürebilirim ki, suçlu olabileceğimiz tek şey arzumuzdan vazgeçmiş olmaktır”.
Lacancı “arzundan vazgeçmemek” formülasyonunun nasıl yorumlandığı, yalnızca her bir analistin, psikanalizden yola çıkarak oluşturabileceği etik anlayışı değil (dolayısıyla birden çok olasılık vardır), aynı zamanda analitik kürün sonuna ilişkin görüşünü de belirleyecektir. Daha önceki bir kongrede de önerdiğim gibi psikanaliz bir “terap-etik5”tir çünkü terapötik boyut ne denli önemli olursa olsun, öznenin etik yaklaşımından, arzusundan ve konuşan varlık (parlêtre) statüsünden ayrı bir şekilde ele alınamaz.
Bazı analistlerle birlikte, arzudan vazgeçmemeyi başarmanın, analitik kürün tamamlanmasının bir işareti olduğunu değerlendirebiliriz. Arzu üzerindeki nevrotik engel nihayet ortadan kalkmıştır ve eğer özgürleşen bu arzu, özneyi bir alçak ya da pek de hoş karşılanmayacak herhangi biri haline getirirse, ne yapalım, varsın öyle olsun… Varsın bu arzu, örneğin başkalarını ezmek arzusu olsun, ne yapalım! Nihayetinde bu arzu bastırılmıştı ve özne semptomları nedeniyle acı çekiyordu. Sonuçları çevresine ya da topluma ne kadar zararlı olursa olsun, analiz süreci bu arzuyu bir ölçüde serbest bıraktıysa bu özne adına sevindiricidir. Arzu, söz konusu özneyi (aphanisis6 ile birlikte) kendi yok oluşuna götürebilecek olsa bile…
Lacancı bu önermeyi yorumlamanın bir başka yolu da, elbette arzunun yapısıyla yüzleşerek süreci sonuna kadar götürmekten geçer fakat esas mesele, bu yüzleşmede fantazmın yapısı ve a nesnesinin (objet a) statüsünden kaynaklanan çıkmazı görebilmektir. Söz konusu olan kastrasyonu kutsamak değil ama onu inkar etmek ya da reddetmek de değildir. Kısacası mesele, bu durumu kabullenerek onunla birlikte yaşamayı öğrenmektir ve nesnenin kaybı üzerine kurulu bir arzu ile birlikte yaşamaktır. Bu da “arzudan vazgeçmemek” önermesine dair farklı bir bakış açısı, olası bir ayrım imkanı açar.
Tüm bunlar bizi, analitik kürün sonunda öznenin bölünmesi gibi kritik bir soruya getiriyor. Bu konuda, Charles Melman, “Pour introduire la psychanalyse aujourd’hui” başlıklı seminerinde (13 Haziran 2002 tarihli ders) önemli katkılar sunmuştur. Arzu ve özneye dair ele alış tarzımızla aynı doğrultuda ilerleyen bu pasajın bir kısmını alıntılayacağım: “Analitik kürün amacı, bilinçdışı arzunun gerçekleştirilmesinden ya da öznenin histerik bir tarzda yüceltilmesinden ziyade, öznenin, zaten bölünmüş olan bilinçdışının öznesiyle ilişkili olarak bölünmesini bulmasına imkan tanımaktır. Böylece mesele, öznenin bilinçdışı arzuyla ilişkili olarak bölünmüş olabilmesidir. Bu bölünme, yeni bir nesne tarafından örgütlenmeyi gerektirmez. Sadece, a nesnesinin tıkaç işlevi görmek üzere yanıt verdiği, Öteki’deki hiçliğin doğrulanmasını içerir”. Melman’ın eklediği gibi, “bu bölünme, aktarımın çözülmesi meselesiyle birlikte, analitik kürün sonunda sunulan bir imkan olabilir. (…) Bu bölünme, a nesnesi tarafından oluşturulan kesikten farklı bir kesik değildir fakat söz konusu nesnenin, yalnızca Büyük Öteki’nin o kaygı verici boşluğuna yanıt vermek için orada olduğunu fark etmektir. Ve nihayetinde, arzunun örgütlenmesinin nihai nesnesinin bu hiç olduğunu söyleyebiliriz. Hatta neredeyse şöyle diyebiliriz ki, tam da bu hiçliğe yanıt vermek için “cinsel olan” vardır.”
Bu önermelerde, bana göre “semptomuyla başa çıkmayı bilmekten” öteye geçen önemli açılımlar bulunmaktadır. Bu, arzudan vazgeçmekten ibaret olan alışıldık nevrotik yol ile “arzudan vazgeçmemek” formülünü ima edebilecek ancak söz konusu durumda daha çok serserilik, muhtemelen sapkınlık ve hatta elbette felaketin (zira arzunun yapısı, öznenin yok oluşuna -aphanisis- doğru iter) yolu arasında üçüncü bir yol açar.
İşte burada üçüncü bir olası çıkış yolu öngörebiliriz. Bu, arzunun ve fantazmın yapısını ciddiye alan, bastırmayan ya da baskılamayan ancak aynı zamanda da bu arzunun otomatik bir hizmetkarı haline gelmeyen ve arzunun hem pasif hem de sahiplenilmiş bir aracısı olup, onu hiçbir şekilde diyalektikleştiremeyen biri haline gelmemek şeklinde görebileceğimiz üçüncü bir çıkış yoludur7. Bu, aktarımın daha sakin, barışçıl bir şekilde çözülmesini ve (muhtemelen artık kendisi de bir psikanalist olan) öznenin, hem duyabilen hem de diyalektik kurabilen biri haline gelmesini mümkün kılabilir. Üstelik analistin, Öteki’de ‘bir’ olanı gerçek anlamda temsil etmesine ihtiyaç duymadan8. Bilinçdışının öznesiyle (ki bu özne de zaten bölünmüştür) ilişkili olarak bu olası bölünme, Lacan’dan bu yana analitik kürün olası çıkış yolu açısından şüphesiz en yenilikçi ve en arzu edilen yaklaşımdır.
Bu elbette, bilinçdışının tutkusunu gerektirir ancak ben buna bilinçdışının temkinli ve akılcı bir tutkusu derdim. Bilinçdışının (bireysel, toplumsal ve politik düzeyde) yol açtığı yıkımlardan haberdar olan bir tutku.
Bu bizi şimdi, az önce değindiğim konunun devamı niteliğinde olan başka bir soruya götürmektedir. Bu soru, özellikle analistleri ve onların çalışma topluluğu oluşturmadaki güçlüklerini ilgilendirmektedir. Elbette her analiz süreci olumlu bir sonuca ulaşmaz ama ulaştığında, asıl mesele psikanalitik davayı savunmak ve sürdürmek adına başkalarıyla ortak bir çalışma yürütebilme imkanı sağlayıp sağlamadığı ve bu olumlu sonucun kalıcı olup olmadığıdır.
Elbette, yaşamın getirdiği belirsizlikler vardır. Bunlar kimi zaman bazı kişilerde semptomların veya zorlukların yeniden ortaya çıkmasına yol açabilir ve bu da onları, tabir yerindeyse, “bir dilim daha [analiz] almaya” yöneltebilir. Ancak tüm bu durumların ötesinde, analistin de tıpkı herkes gibi, egemen söylemlere ve çağdaş zevkler (jouissance) panayırına kapılması doğaldır. Bu durum, onu kendi analitik kürünün etkilerini bastırmaya, analiz sonunda ulaştığı görece var-olmama (désêtre) halinden hızla sıyrılmaya ve yeniden narsistik arayışlarına, şikayetlerine ve isyanlarına dönmeye itebilir. Kısacası, kendini tamamen çıplak bıraktıktan sonra yeniden giyinir…
Az önce Charles Melman’dan alıntı yaparken sözünü ettiğim, öznenin, okumaya ve duymaya devam edebilmesi için şüphesiz bir koşul olan bu çift bölünmenin kalıcı olacağının hiçbir garantisi yok gibi görünmektedir. Oysa bu çift bölünme, psikanalizin aslında ne sonlu ne de sonsuz bir şekilde değil fakat süreklilikte olmasını mümkün kılandır (tıpkı lalangue’ın kendisinin sürekliliğe dayandırması gibi). Yani bu sayede, mevzubahis özneler, yaşananları analiz etmeye devam edebilirler. Bu nedenle, bir analitik kür her nasıl sona ererse ersin, hiçbir şeyin tamamen güvence altına alınmadığını söyleyebiliriz. Bilinçdışı, oyunlarını sürdürmeye devam eder.
Psikanalitik derneklerimizde ne yazık ki ego savaşları ve diğer iktidar mücadeleleri söz konusu olduğunda, başka kurum ve organizasyonlardan daha iyi durumda olmadığımızı görüyoruz. Daha kötü durumda olduğumuzu söylemiyorum, ancak belirli şeylerin farkında olan kişiler olarak, daha iyisini yapmamız gerekiyor. Herkesin kendi çalışmasının ve katılımının tanınmasını istemesi doğaldır. Ancak asıl problem, her analizanın kendi analizinin sonunda kendi nesnesini ve kendi fantazmını tanıması ve bir bakıma bunu üstlenmeye çalışmasında yatmaktadır. İşte tam da burada, “zaten bölünmüş olan bilinçdışı özneye ilişkin ikinci bölünme” kavramı devreye girmektedir. Bu kavram, analizandan analiste dönüşen kişinin, kendi fantazmını teorik hakikatin nihai formu olarak herkese dayatma arzusundan kaçınmasını sağlayacak mesafeyi kazanmasına olanak tanıyabilir. Bu tür bir dayatmaya sıkça rastlanır ve analistler arasındaki dernek yaşamını bu denli zorlaştıran şey de budur. Bu bölünme, bedelini üstlenmeye istekli olan kişiye, kendi fantazmının ve nesnesinin ardında yalnızca bir boşluk olduğunu ve bunun herkes için geçerli olduğunu kavrayabilme olanağını sağlar. Analistler arasındaki iç savaşlar ise çoğu zaman, yalnızca birer “dekoratörler savaşı” olma riskini taşır. Yani herkesin kendi boşluğunu nasıl süslediğiyle alakalıdır. Bu durum, süslemeyi başkalarına dayatma çabasına dönüşür.
Oysa psikanalitik kuram ve deneyim, bu boşluk ve varolmakta eksiklik (manque-à-être) boyutunu ciddiye aldığında, yani bunu herkese özgü yapısal bir kader olarak ele aldığında ve kişiye (eğer isterse) bu eksiklikte yön bulabilme olanağı tanıdığında, işte o zaman psikanalitik deneyim bu ayrımı, bu kavrayışı, bu titizliği ve bir tür yatıştırmayı (pacification) mümkün kılabilir. Gerçi, ne yazık ki bu duruma çok sık rastladığımız söylenemez. Çünkü psikanaliz son derece talepkar bir disiplindir. Öncelikle öznenin, semptomlarıyla, aile romansıyla, itiraf edilemeyen arzularıyla, travmalarıyla vb. yüzleşmesi için uzun bir çalışma gerektirir. Amaç, tüm bunları analiz etmeye ve bir nebze olsun bunlardan kurtulmaya çalışmaktır. İyi giden vakalarda, analizan buna az çok ulaşır. İşte burada, tüm bu süreci tamamladıktan sonra, ona hala dikkatli olması, kendini fazla kaptırmaması söylenir çünkü bu keşif, artık kendisi için daha iyi hesaba katmaya çalıştığı bir şeydir. Bu, yalnızca kendi nevrozunun, yalnızca kendisine ait olan nevrozunun işlenmesidir. Dolayısıyla, her analistin kendi fantazmatik yapısını üstlenip, ardından bunu teorileştirmesini başkalarına dayatmasını bekleyemeyiz (aksi takdirde en karizmatik olanın sözü geçerdi). Bunun yerine, her birinin yeterince bölünmüş olmasını, hatta “yeterince analist” olmasını bekleriz ki, bu eğilime kapılmasınlar ve dikkatlerini yapısal olgulara, yani dile yöneltsinler. Bu da şüphesiz, kişinin kendisini fazla ciddiye almamasını gerektirir zira analistler bazen acımasız bir şekilde mizah duygusundan ve alçakgönüllülükten yoksun olabiliyorlar. Buna karşılık, psikanalizi ise son derece ciddiye almak gerekir…
Kabul etmek gerekir ki, bir psikanalistin kendisini tanıtmak veya kabul ettirmek için elinde pek bir şey yoktur: Sürekli kaçan bir nesne, [arzuya] neden olarak merkezi bir boşluk ve tamamen gizlilik içinde yürütülen analitik kürler… Bir cerrah, bir mimar ya da bir zanaatkarla karşılaştırıldığında, bu iş biraz zordur. Psikanalizin nesnesi, eksik olan şeydir. Nihayetinde, bir öznenin arzusunu harekete geçiren şey, bir boşluktur. Dürüst olmak gerekirse, bu pek cazip sayılmaz (psikanalize yönelik toplumdaki sürekli saldırılar da cabası)…
Tüm bunların, psikanalitik katkının hem zenginliğini hem de kırılganlığını aynı anda ortaya koyduğunu düşünüyorum. Bazen elimizde bir hazine tuttuğumuz hissine kapılıyorum fakat bu hazinenin her an elimizden kayıp gitmeye, yok olmaya ya da artık duyulmamaya çok yakın olduğunu da hissediyorum. Bu zenginlik, gerçeğin (réel) ve dilin boyutunu benzersiz şekilde dikkate alışımızda yatıyor. Kırılganlık ise, kimi zaman bizzat psikanalistlerin bile kendi disiplinlerinin getirdiği sonuçları reddetmesinde gizlidir.
Sözlerimi En-Az-Bir (Au-moins-Un) ve istisna konumu meselesini ortaya koyarak bitireceğim. Psikanaliz, Freud’dan Lacan’a kadar her zaman istisna konumundaki efendilere (maître) dayanmıştır. Hatta Lacan, küçük çalışma grupları olan kartellerde bile “artı bir” (plus-un) konumunun önemini vurgulamıştır. Çeşitli psikanalitik derneklerimizin tamamı da hep belirli büyük figürler etrafında şekillenmiştir. Psikanalitik çevrelerde dolaştığınızda, insanların derneklerin kısaltmalarını pek bilmediğini ama efendileri, okul başkanlarını tanıdığını görürsünüz. Günümüzde artık “efendi” istemiyoruz. Bu, psikanalitik gruplar da dahil olmak üzere kültürel evrimimizin ve yeni ruhsal ekonomimizin (nouvelle économie psychique) bir parçasıdır. Yine de, Öteki’nin “boşluğunu” duyurmak için Lacan gibi bir figürün (baskın) varlığı gerekmedi mi? Bu boşluğun, herkesin fantazmına bağlı olmadan, gerekçelendirilmiş şekilde tanınması ve ele alınması için, en azından geçici olarak bir istisna figürüne dayanmak zorunda mıyız? Peki bugün, bizler için, bu En-Az-Bir meselesi, somutlaşmış bir figürle temsil edilse de edilmese de ne anlama geliyor?
Sözlerimi bu soruyla noktalıyorum.
- Bu metin, Thierry Roth’un, Association Lacanienne International’in 25-26 Ocak 2020 tarihlerinde Paris’te düzenlediği “Qu’est-ce que pour vous la fin de la cure, à se fier à Freud et à Lacan ?” başlıklı seminerde gerçekleştirdiği sunumun metinleştirilmiş halinin çevirisidir. Bu transkripsiyon, gnipl.fr sitesinden izin alarak çevrilmiştir. (ç.n.)
Kaynak: https://www.gnipl.fr/2021/08/24/thierry-roth-apres-la-fin/ ↩︎ - Thierry Roth, Fransız psikanalist, klinik psikolog ve psikoterapisttir. Association Lacanienne Internationale (Uluslararası Lacancı Dernek) üyesi ve eski başkanıdır. (ç.n.) ↩︎
- Passe terimi, iki farklı anlam taşır. İlk olarak, bir prosedüre işaret eder: Eğitimi devam eden bir analist, passant olarak adlandırılır ve psikanalist olmaya kendini yetkili kılan süreci, passeur adı verilen iki meslektaşına tanıklık yoluyla aktarır. Bu passeur’ler, dinledikleri bu tanıklığı bir onay kuruluna iletir. Ayrıca passe, analitik kürün sona ermesine az çok yakın bir evrede ortaya çıkan bir anı da ifade eder. Bu noktada analistin arzusu görünür hale gelir. Lacan, bu anı özdeşleşmelerin düşüşüyle ilişkilendirir ve bu düşüş, analist pozisyonunun ortaya çıkmasını mümkün kılar. (ç.n.) ↩︎
- Désêtre, öznenin, eksikliğin içinde var olan bir özne haline gelmesidir, analistin arzusunun doğduğu yerdir. Öznenin bir anlam, kimlik taşıma iddiasından vazgeçtiği ve eksikliğin kabulüyle yeni bir etik konuma geçtiği andır. (ç.n.) ↩︎
- Thierry Roth’un terapi-terapötik-etik kavramlarıyla oluşturduğu bir neolojizm. (ç.n.) ↩︎
- Lacan bu kavramı Ernst Jones’tan almış fakat bu kavrama farklı bir anlam yüklemiştir. Kısaca öznenin, arzusunun nesnesi karşısında silinme ve yok olma anıdır. Metin ile beraber düşündüğümüzde mesele “bir yandan tatmini engellemek, ama öte yandan da daima bir arzu nesnesini muhafaza etmektir.” (ç.n.) ↩︎
- Bu ifade ile yazar, arzudan vazgeçmenin egemen olduğu klasik nevrotik yol ile “arzudan vazgeçme” formülünün ima edebileceği potansiyel sapkın-vari bir yol arasında konumlanan üçüncü bir yola, etlk bir duruşa işaret eder. Hem arzunun bastırılmadığı hem de onun otomatik bir failine dönüştürülmediği, yani öznenin arzuyu diyalektikleştirebildiği bir yolu tarif eder. Arzuya “otomatik” biçimde hizmet eden bir özne, arzu ile düşünsel bir mesafe kuramaz, yani onu diyalektikleştiremez, dönüştüremez. Mesele arzuyu, etik ile beraber ele almaktır. (ç.n.) ↩︎
- Burada yazar ‘bir’ (Un) kavramıyla Öteki’nin tutarlılığına, tamamlanmışlığına atıfta bulunmaktadır. Bu, öznenin Öteki’ne yüklediği anlamı temsil eder. Seanslarda sıkça rastladığımız “Analistim bana bir cevap verecek” beklentisinde olduğu gibi, bu tür yaklaşımlar öznenin hala Öteki’de bir tür tamlık varsaydığını gösterir. Oysa Lacan’dan biliyoruz ki Öteki de eksiktir. (ç.n.) ↩︎